Düşünüyorum da, çocukluğumda bayrama tatile diye gittiğimiz yerler; ya halamın Güzelbahçe’de ki yazlığı, ya devlet kurumlarının kampları, ya da o güzelim sahil kasabalarında ki misafirhanelerdi.
O zamanlar öyle 7 yıldızlı, 5 yıldızlı lüks, delüks oteller filan falan yoktu.
İzmir’de hatırladığım Efes Oteli, Kuşadası’nda Kısmet Oteli, Çeşme’de Turban Oteli vardı meşhur. Ama biz yine de buralarda kalamazdık...
Kendi arabamızla gece geç saatlerde çıkardık, annem her yola çıkışımızda bir sürü yolluk hazırlar, yolda güle oynaya yerdik. Malum o zaman arabalarda klima da yoktu, serinlemek isteyen, camdan gelen serin hava ile yetiniyordu. Arabanın arka koltuğunda bütün gece heyecandan uyuyamaz, en son sabaha karşı içim geçerdi. İzmir’e girerken o burnuma çalan Körfez’in kokusuyla uyanır, yaşasın! gelmişiz İzmir’e diye çok mutlu olurdum.
Uyku sersemi, saç baş dağılmış vaziyette...
Bozkırın ortasında doğmuşum ama deniz olan yer bir başkaydı benim için... O masmavi denizin göründüğü an. Bir de sonu denizle bitiveren sokaklar yok mu...
Annemle, babam odaya yerleşirken, kardeşimle biz doğru kumsala gider önce şöyle uzun uzun denizi bir seyrederdik...
Öyle her denize girdiğinde, podyuma çıkar gibi farklı farklı mayo, bikini giymezdik. Az ve öz bir iki kıyafetle, bir çift terlik, bir çift pabuçla giderdik tatile..
Güneş kremi var mıydı hiç hatırlamıyorum ama geceleri çok yoğurt sürünmüşlüğümüz vardır.
İskeleleri çürük, merdiveni paslı, bakımsız ama deniz mis gibi tertemiz turkuaz rengi olurdu...
Bayılırdım o iyot kokusuna...
Deniz ne kadar derin, su ne kadar soğuk, yosun var mı, kaya var mı?
İnceledikten sonra burnumuzu elle tutup, atlardık denize. Yorgunluktan bitap düşene kadar.
Ardından, ver elini kumdan kale yapmaya. Saatlerce uğraşır uğraşır,
en son kahkahalarla bozardık.
Ne tablet vardı, ne akıllı telefon, ne de bilgisayar oyunları.. .
Biz kendi kendimizi bütün gün oyalayacak oyunlar bulabiliyorduk.
Açık büfe diye bir kavram yoktu, yemek çeşitleri sınırlı ama lezzetli, masalar bembeyaz mis gibi örtülü olurdu..
Yemeğin üstüne çeşit çeşit tatlı çıkmaz bir top sade ya da kakaolu dondurma yerdik.
Sabah uyandığımızda her yerimizi kızartsalarda, uykumuzun arasında başımızda vızlayan sivrisinekten bile şikayet etmezdik...
Gökyüzünü, gökyüzündeki yıldızları seyreder hayaller kurardık.
Çok büyük beklentimiz de, daha lüks , daha yıldızlı, daha kaydıraklı havuzlu otel falan gibi isteklerimiz de yoktu...
Yılda bir kere sessiz sakin bir sahil kasabasında, mis gibi tertemiz denize girebilmek ve incecik kumlar üzerinde ailecek dinlenmek, bol kahkaha atmak demekti benim için tatil...
O tatillerde ne kadar da mutluymuşuz...
Vara yoğa gülebiliyormuşuz ailecek...
Şimdi bakıyorum da...
Ne o kendine özgü mimarisi olan, şirin ve sakin sahil kasabaları kalmış ne de köyleri
Zamanla oteller, yazlıklar, villalar, otoyolları, havaalanları, limanlar, marinalar derken sevimsiz bir beton yığınına dönüştü o güzelim çocukluğumun sahil kasabaları...
Sakinliği, huzuru falan da kalmadı...