Geçtiğimiz hafta Enes Kara adlı bir tıp fakültesi öğrencimizin, ailesinin zorlamasıyla bir cemaat ve tarikat yurduna yerleştirilmesinden ve burada gördüğü baskılardan dolayı intihar etmesi, Türkiye’deki cemaatlerin ve tarikatların yeniden tartışılmasına neden oldu.
Aramızda “Bu münferit bir vakadır.” diyenler olacaktır mutlaka, onlara Ensar Vakfındaki tecavüz olayını, İzmir Dikili’de Süleymancılara ait yurttaki istismarı, Aladağ’daki tarikat yurdunda çıkan yangını,
Antalya’da kaçak bir tarikat yurdunun aşçısı tarafından 'deccal' diye başı kesilen öğrencimizi hatırlatmak isterim.
Cemaat ve tarikat tartışmalarında öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, İslam dininin temeli Kuran’dır. Kuran’da cemaat ve tarikat örgütlenmesini ve belli kişilerin dini örgütlenme konusunda ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasını teşvik eden hiçbir ayet yoktur.
Cemaat, tarikat, tekke, zaviye, halifelik, şeyhülislamlık, şeyh, şıh gibi şeyler sonradan uydurulmuş olup, İslam dininin özüyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Sonradan din adı altında oluşturulmuş bu ayrıştırıcı unsurlar, belli güç odaklarının iktidar mücadelelerini sürdürmesi için icat edilmiş araçlardır. Bunları dinin bir parçası olarak sunmak yalancılıktır, sahtekârlıktır, riyakarlıktır.
Osmanlı’dan hatta daha öncesinden milyonlarca kişiyi kendisine bağlı tutan bu tarikatlar, Siyasi partiler ve iktidarlar üzerinde büyük etkiye sahiptirler. Osmanlı aydınları bu yapıyı bildikleri için tarikat ve cemaatlere karşı büyük bir mücadele vermişlerse de Osmanlı padişahları da bu tarikat ve cemaatlerin şerrinden nasibini almışlardır. Örneğin: Modernleşme çabalaları sırasında; III. Selim’in kanı dökülmüş II. Mahmud’a gavur denmiştir.
Türkiye Cumhuriyet’inin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bütün bunları bildiği ve olabilecekleri öngördüğü için;
“Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır” diyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 1925 yılında 677 sayılı yasayla kapattırmıştır.
Aynı zamanda laiklik karşıtı hareketlerin odağı haline gelen tarikatlar, tekkeler, zaviyeler ve bunların etrafında örgütlenen cemaatler halen yasadışıdır. Ancak bu örgütler yasadışı oldukları halde, dernek ve vakıf adı altında fiilen varlıklarını sürdürmektedirler. Ve her ne hikmetse buralarda yetiştirilen öğrenciler birer Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olarak yetiştiriliyor, aynı zamanda emperyalizme uşaklık etmekte ve ihanet içerisindedirler.
Ülkemizdeki en acı örneği ise 2016 yılında gerçekleştirilen 15 Temmuz Darbe Girişimidir. Gülen Cemaati ya da Gülen Hareketi olarak bilinen, Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ’nün), Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin anayasal kurumlarında meşru ve gayri meşru yollarla hakimiyet sağlayarak Türkiye Cumhuriyeti'nin yönetimini kendi ideolojisine göre dizayn etmek istemesidir.
Tarikatlar ve cemaatler aynı zamanda emperyalistlerin iş birlikçileridir ve gericidir.
Ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar, cemaatler ve tarikatlar konusunda, onlardan gelecek oy kaygısıyla taviz vermemeli, sert ve net olmalıdırlar. Bu ülkede laiklik ortadan tümüyle kalksa, emin olun o gün hepsi birbirine girer, mezhep ve cemaat kavgasından geçilmez, ülke Afganistan’a döner.
Enes gibi pek çok evladımızı daha kaybetmemek ve ülkemizi korumak için, aklımızı başımıza almalı, bu yapılara asla hoşgörü ve müsamaha göstermemeli ve derhal yasal mevzuat gereği kapatılmalıdır.
Allah insanlara diğer canlılardan farklı olarak akıl, fikir, düşünme ve irade gücü vermiş, sırf bu özeliklerimizden dolayı; durup, düşünüp, okuyup, sorgulayacağız ve bizleri Allah ile aldatmalarına izin vermeyeceğiz.
Hadi gelin size Şerife ve Şeyhin hikayesini de anlatıp yazımı bitireyim.
Keramet gösterdiğine inanılan bir şeyhin yolu bir köye düşer. Köyde o gün düğün pilavı verilmektedir. Köylüler hürmette kusur etmez ve şeyhi yanındaki birkaç talebesiyle birlikte köy odasında misafir etmek için telaşlı bir gayrete girişir. Arkasında talebeleri ve köylülerle köy odasına doğru yürürken şeyh aniden durup "Hoşt hoştt" diye bağırarak asasını sağa sola sallar... Herkesin dikkatini çeker ama kimse bir şey soramaz.
Bu hareketi düğün sahibinin kızı Şerife’nin dikkatini çeker.
Ardından köy odasına oturulur, şeyh yine gözleri kısık bir şekilde "tefekkür" halindeyken birden hışımla ayağa kalkar ve "hoşt hoştt" diye bağırarak elindeki asasını yere duvara birkaç kez vurur.
O sırada, köylülerden biri "Şeyhim bir huzursuzluk mu verdik" diyerek olup biteni anlamaya çalışırken şeyh; "Kabe-i muazzamanın duvarına bir kelp (it) işeyecekti, onu kovaladım..." der.
Talebeleri ve köylüler hem şaşkın hem de mahcup bir şekilde, şeyhin önünde hiç ses çıkarmadan oturmaya devam ederler.
Bu arada ikram sofrası da kurulur. Şeyhin hareketlerinden kuşkulanan düğün sahibinin kızı Şerife, herkesin tabağına pilav, üzerine de bol bol et koyarak servisi yapar.
Sıra şeyhe gelir, şeyh bir bakar ki, herkesin tabağındaki pilavın üzerinde et var, kendi tabağında ise sadece pilav...
Düğün sahibinin kızı Şerife’ye sorar;
“ Güzel kızım, benim tabağıma et koymayı unuttunuz herhalde?” diye.
Şerife gülerek elinde başka bir tabakla gelir. Şeyhin tabağını ters çevirerek elindeki tabağa döker ve pilavın altındaki bütün etler gözükür.
Şerife, şeyhe dönerek
"Sen daha iki kaşık pilavın altındaki eti göremiyorsun, Kabe'deki iti nasıl göreceksin şeyh efendi..." diyerek dersini verir.
Siz siz olun, daha pilavın altındaki eti göremeyenlerin her söylediğine inanmayın. Bunlar gün gelir aynı pilava kaşık sallar, gün gelir "hoşt hoştt" diye bağırarak başkasının pilavına kaşık sallarlar.