Ahmed Arif, “hasretinden prangalar eskittim…” demişti… O demişti de, biz diyemezdik…
“Pranga”yı ağzımıza almanın sakıncası yoktu da, o pranga “hasret” ve “eskitmek” kavramlarıyla birleştiğinde, kışkırtırıcı mı sayılırdı bilmem, tehlikeliydi…
Diyemezdik…
Gençlere prangayı layık görenlerin, onları prangalı görmek için aslında can atanların kulağını tırmalardı “hasretinden pranga eskitmek…”
Dedik ama sık sık…
Gizliden gizliye de olsa dedik… Bir göl kıyısında, bir yayla havasında, bir bahar gecesi serinliğini ısıtan ateşin kıvıl kıvıl şavkında söyledik Ahmed Arif’i hep…
“,,,dağlarına bahar gelmiş memleketimin
haberin var mı taş duvar
demir kapı kör pencere
yastığın ranzan zincirin
uğruna ölümlere gidip geldiğim
zulamdaki mahzun resim
haberin var mı..”
* * *
Yamalıydı o yıllar… Yaşamımız yamalı; soluğumuz yamalı; umutlarımız, beklentilerimiz, hayallerimiz hatta acılarımız yamalıydı…
Bir yumurtanın aslında bir çorap topuğu yamamada nasıl vazgeçilmez olduğunu şimdi nasıl anlatayım ki ben size…
Çorabın yaması, yumurtadandı… Yumurta olmazsa, çorap yaması olmazdı çünkü…
60’ların eşitliğini aradık 70’lerde…
70’lerin özgürlüğünü aradık 80’lerde…
80’lerin verdiği sorumluluğu aradık 90’larda…
90’ların şaşkınlığını aradık 2000’lerde…
Ve sonrasında hepsini bir yitirdik….
Hepsini bir arar olduk…
Hepsinin ne güzel koktuğunu; hepsinin yokluğunda, çokluğunun değerini anladık 2000’ler ve 2010’larda…
Çünkü yitirdiğimiz değerler, yitirdiğimiz inançlar, yitirdiğimiz kutsiyetler, yitirdiğimiz hayaller ve yitirdiğimiz umutlarımızın sayıları arttı bir bir…
Yerine kaygılar, öfkeler, endişeler, törpülenmiş düşlerimiz oturdu…
Her gün artarak, her ay, her mevsim, her yıl çoğalarak büyüyen…
Öğretim ile eğitimin arasındaki devasa farkın göz ardı edildiği yasalar, kanun hükmünde kararnameler, uygulamalar ve yeterliliği tartışılmayacak kadar net yetersizlikteki kadrolara bir “efendice teslimiyet” sergiledik giderek…
Eğitimsizlerin eğitimi yönettiği...
Baytarların sağlığa soyunduğu…
Mezbaha müdürlerinin, kabzımalların, imamların, hatiplerin altına sürülmüş koltukları ısıttığı son yıllarda; önce AK’landık, sonra sırasını bile şaşırdığımız değişimlerle, “saray”landık, “yol”landık, “rezidans”landık…
Oysa, bunların bu millete bir faydası yoktu…
Çünkü biz yine, kullanmadığımız doğal gazın parasını ödeyendik…
Geçmediğimiz köprülerin parasını da…
Vekilin vekile ettiği zam ile; vekilin emeklisine ettiği zammın hesabını tutturamayandık hatta…
Madenlerinde ölendik…
Stad kapılarında, asker otobüslerinde, başkent meydanlarında, eğlence mekanlarında bombalanan, parçalanan yitendik...
Bizim olmayan topraklarda, bizim olmayan savaşlara soyunandık hatta…
Hatta, kendi vatanı için savaşmayıp kaçanları maaşa bağlayıp, onların yerine gidip yaban ellerde şehit olandık…
Vatanseverliğin bile “kime göre vatanseverlik” terazisinde tartıldığı yıllardayız. Dünyanın gözünde de kendi içimizde de giderek ufalıyor, giderek eriyor, giderek utanıyor, küçülüyor, eğilip bükülüyoruz…
Yamayamadığımız eskimişlikler doldu her bir yanımız…
Yamadığımızda da artık yamalarımızın hızla eskiyip eridiği…
En kötüsü de bu işte…
Yamalar da eskimişse eğer; bizim kuşağın aklına hep Ahmed Arif düşer…
“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…” diyebilmenin dayanılmaz sabırsızlığı, o baharı o dağlara yeniden taşımanın dayanılmaz hafifliği düşer…
Ne pranga büyür gözümüzde; ne yastık ne ranza… Ne demir kapı ne kör pencere…
Ve bir sabah Sabahattin Ali fısıldar kulağımıza:
“Deniz gibidir gökyüzü…”
Nasıl olsa, bildiğimiz gökyüzü…
Yama da tutmaz, altı üstü…