Bir film izledim dün gece…
Çin filmi… Bir dedenin, torunuyla Çin’de yaptığı saf, duru ve anlam yüklü yolculuğunun izlenesi öyküsü…
Ruhumda hiç uyumayan “huzursuz” bir “dev”in varlığını hissettim izlerken…
Nerelerden nerelere geldiğimizi düşünmedim, yaşadım sanki…
Nasıl bir ülkeyken, nasıl bir ulusken, nasıl insanlarken, nerelere geldiğimizi derinlemesine hissettim ister istemez…
Duygu yüklü film kareleri arasında akıp giderken ben; yitirdiğimiz onlarca, yüzlerce hatta binlerce insani duyguyu ne denli özlediğimi…
Yokluklarla örülü geçmişimizin, varlıklarla dolu günümüze nasıl bir onlarca huzur golü attığını, nasıl bir averaj sağladığını düşündüm…
50 yılı aşan ömrümde, aslında bu ülkenin insanları olarak hep kazandığımızı sanırken, nasıl hep kaybettiğimizi….
Nasıl galibiyet naraları atarken, kalemizde onlarca gol gördüğümüzü…
Kendimi “uyanık” sandığım bu ülkede, bu dünyada, bu topraklarda aslında ne denli derin bir uykunun mahmur tembelliğinde olduğumu-olduğumuzu farkettim…
Bir yarım asırda çok şey yitirmişiz biliyor musunuz!..
Ve biz farketmeden ruhumuza neler işlemiş meğerse…
Benim çocukluğumun lezzetiydi bir dilim ekmeğin üzerine önce Sana yağı, onun üstüne de salça sürmek…
Bazılarımız için ayrıcalıktı…
Çünkü bazılarımız sadece salça-ekmek yerken birilerinin zenginliğiydi bu…
Bu kadarcık bir farktı, beni de sıra dışı eden, mutlu eden ve sevindiren…
O filmde; oğlunu Çin’in en ünlü mimarı yapmak için karısını köyde bırakıp, çalışmak için Pekin’e giden adamın, hayatının sonuna kadar hiç duymadığı pişmanlığına ödediği bedel yatıyordu…
O köyden ayrılmış, ama eşi onunla gelmemiş, ve kısa süre sonra da ölmüştü…
Adam, sonsuz bir aşkla sevdiği eşini böyle yitirmenin, ölürken bile yanında olamamanın hüznünü hayatının kabuğu içine saklamış, sadece kendisine anlatmıştı, o kadar…
Ve bir gün ona verdiği sözü yerine getirmek için köyüne, doğduğu topraklara gidiyor ve yanında eşinin yaşarken çok sevdiği, kendisinin de 18 yıldır beslediği bir kuşu götürüyordu…
Aşkının mezarı başında azad etmek için…
Pekin’in şaşaalı lüksünden, teknolojisinden; köyünün ormanına, ağacına kuşuna gidiş…
İzlerken yüreğim sızladı… Ben geldim aklıma… Ben ve benim ülkem… Ben ve benim hayatım… Ben ve benim tanık olduğum milyonlarca şey…
Bir zamanlar sadece Amerikan arabalarının; ve tamamının ticari olduğu bir Ege kasabasında doğmuştum ben… Faytonla giderdik annemle çarşıya, alışverişe… Lüksün, lüksüydü bu…
Şimdi, o kasaba kent oldu ve sokaklarında araba parkedecek yer yok…
Bilgisayar, kömür sobalarının üzerinde pişen kestanelerin yerini aldı, ama kokusunu alamadı…
Televizyon, sinemayı evimize taşıdı ama yazlık sinemaların tadını veremedi…
Tabletler, cep telefonları; her haneye değil neredeyse her bireyin hakkı sandığımız otomobil tutkularımız…
Nasıl bir yapay, maddi dünyanın içine çekilmişiz o filmi izlerken anladım…
Bu ülkeyi yönetenler, bir zamanlar şapkasını kapıp kaçan vatandaşıyla cebelleşirdi “vermem” diye… Gülerdik hepimiz…
Şimdi yöneticilerimiz birbirine neredeyse sövüyor, elinden gelse dövüyor… Hatta hepimizi… Koca bir ulusu yerlerde sürüklüyorlar… Doğal karşılıyoruz…
Koltuklar yetmiyor hiçbirine… Daha istiyorlar… Daha. Daha…
Biz nasıl doymadıysak onlar da doymuyor…
Bu ülke insanı paylaşırdı eskiden… Olan, olmayana verir; olmayan, kendisine sunulanı kabul ederken mahçup bir minnettarlık… Buzdolabı olan evlerin tüm mahalleye yaz akşamlarında buz dağıttığı günlerin katıksız mutlu çocuklarıydık biz… Böyle gördük, böyle eğitildik…
Ne veren var şimdi, ne minnet eden… Buzlar, zaten erimiyor…
Eksilmişiz… Kirlenmişiz… Eskimişiz… Buruşmuş, hatta tükenmişiz…
Ben, ölen bir kuşun ardından ağlayan bir çocukken: öldürülen çocukları kanıksar hale nasıl geldim-getirildim bilmiyorum…
Ama bildiğim bir şey var…
Biz, birbirimizi sevmeyi yeniden hatırlamazsak eğer…
Biz birbirimizi saymayı bilmezsek eğer…
Biz, biz olmayı yeniden öğrenemezsek eğer…
Ve en önemlisi…
Hırslarımızı önleyemezsek eğer…
Bir gün uyanacağız ki, biz yokuz…
Ne ben, ne sen, ne bu ulus, ne bu topraklar, ne bu marş, ne bu bayrak, ne vatan…
Aşık olduğumuz şeyleri unuttuğumuzu fark etmek, insan olduğumuzu, özgürlüğün ne büyük bir değer olduğunu, aslında huzur ve mutluluğun sadelikte yattığını, hırsın anlamsızlığını yeniden hatırlamak için tavsiye ederim izleyin…
O filmin adı BÜLBÜL…