Siyaset, Arapça bir kelime kökünden türemiştir…
“Seyis” ten… Yani; “AT BAKICISI” nı kendine ilham almıştır…
Siyaset, ya da politika ise, “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” olarak tanımlanır…
Tanıma dikkat ettiğinizde, ÖZEL GÖRÜŞ ve ÖZEL ANLAYIŞ kavramlarını fark etmelisiniz…
Yani, bu şu demektir ki, siyasetin aktörlerinin her birinin birbirinden farklı görüş ve anlayış içinde olmaları, aslında siyasetin temelini oluşturur…
Siyasetin evrimine baktığınızda, tarım ve din toplumlarında henüz modern anlamda bir devletin olmadığını, bu toplumlarda egemenliğin, kral, hükümdar ya da dini liderin elinde olduğunu görürsünüz..
Cumhuriyet ise, siyasetin evrile evrile geldiği son ve en gelişmiş noktasıdır…
Devlet gücü, zamandaki yolculuğunda şu gelişmeleri ve değişimleri yaşadı…
Kutsaldan bireye…
Vesayetçilikten özerkliği…
Merkeziyetçilikten ademimerkeziyetçiliğe…
Devletçilikten piyasacılığa…
Irkçılıktan çoğulculuğa…
Gizlilikten şeffaflığa…
Devlet yönetiminde kuvvetler ayrımı esasını ortaya atan Monsetquieu; konu üzerinde 20 yıl çalışarak şu noktaya ulaşmıştı: Yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden ayrılması, kaçınılmazdır…
Bu konuda çok kafa patlatan Montesqieu, ülkelerin yönetim biçimlerinde İKLİMLERİN bile kaçınılmaz etkisi olduğunu öne sürdü…
Ona göre, DESPOTİZM, sıcak iklimlerin (Afrika’nın kabile devletleri gibi) devletlerine uygundur ve KORKUYA dayanır…
İngiltere (Britanya) örneğinde olduğu gibi, ne soğuk ne de sıcak sayılabilecek iklimlerin orta büyüklükteki toplumlarına uygun düşen yönetim biçimi MONARŞİ’dir. Ve o da ŞAN VE ŞEREF’e dayanır…
Küçük devletlere düşen yönetim biçimi ise, DEMOKRASİ’dir ve onun dayanağı ise, ERDEM’dir…
Aslında tüm bu serüven, bir tekamülün, yani gelişmenin de yolculuğudur…
Anlayacağınız, toplumları yönetme biçimleri, korkuya dayalı bir despotizmden şan ve şerefe dayalı monarşiye, oradan da erdeme muhtaç bir demokrasiye evrilmiştir…
Yani, cumhuriyet ve demokrasi, salt bir yönetim biçimi olarak algılanamaz… Cumhuriyet ve demokrasi, kendini dinin saçma baskısından, dini lider ya da kralların anlamsız baskıcılığından kurtarıp monarşiyle tanışmış toplumların ulaştığı en üst, en önemli, en özgürlükçü en katılımcı en huzurlu yönetim biçimidir…
Bu yüzden, ben dine dayalı bir sistemi körükleyen, arzulayan ya da gündeme taşımaya çalışan bazı grupların aslında cumhuriyet ve demokrasiye ulaşmış ülkemizi, tarihin ne derin karanlıklarına geri çekmek istediklerine de vurgu yapmak ve dikkat çekmek isterim…
Bunların tutunacakları dalın tek bir izahı olabilir, o da cehalet ve bu cehaletten yararlanmaya muhtaç iktidar hırsı…
* * *
Biz, Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu hırsı taşıyan, bu cehalet kaynaklı arzudan etkilenen ya da onu kullanmak isteyen bir iktidarla hiç karşılaşmadık…
Kimi ortada, kimi ortanın sağında, kimi ortanın solunda da olsa, inandıkları en temel ilke, Cumhuriyet, demokrasi ve onun temel ilkeleri olan güçler ayrılığıydı…
Birbirlerini eleştirdiler, bağırdılar, çağırdılar, suçladılar, anayasayı bile fırattılar ama asla ve asla demokratik çizgiden geri kayma eğilimi taşımadılar…
O yüzden de; inanışından yaşam biçimine kadar derin farklılıklar gösteren bir mozaik ülkesi olan Türkiye’de uzun süreli iktidarlar, kalıcı yöneticiler ve istikrarlı hükümetler doğuramadı… Bıçak sırtındaki dengeler, en küçük rüzgarda yer değiştirince, iktidarlar da yer değiştirdi…
İktidarların en belirgin zaafı ise küresel güçlerin ülkemiz üzerindeki oyunlarını doğru analiz edip, karşı direnç geliştirememekti… Bu da zaman zaman demokrasimizi sekteye uğratacak gelişmeleri getirdi…
AKP Hükümeti, Cumhuriyet tarihimizin en uzun sürli tek parti iktidarı olarak 16 yıldır süregeldi… İlk 4-5 yılda yapılanlar, atılan adımlar, geliştirilen projelerle aslında çoğunluk için bir umut olduğunu kabul etmek gerekir…
Halk, ilk kez karşısında kararlı, yapıcı ve uygulayıcı bir iktidar gördü… Çünkü tek parti iktidarlarını hatırlayanlar artır neredeyse yaşamıyordu…
Hal böyle olunca, AKP’ye teveccüh, onları 16 yıllık bir sürekliliğe taşıdı…
Ne varki, her iktidar gibi AKP de umulandan daha hızlı ve daha fazla deforme olarak yön değiştirdi…
Toplumdaki gelir dağılımı şaştı…
Tarım hızla erozyona uğratıldı…
Ekonomi, bilinçsiz ellerde her gün daha kötüye gitti…
Toplumsal huzur bozuldu, ayrıştırıldı…
Sanayi unutuldu…
İhracat azaldı, ithalat büyük bir hızla arttı…
Üretemeyen ve dışa bağımlı bir ülke ortaya çıktı…
Halk, ağır vergi yükü altına sokuldu…
“SELAMETİ” her zaman “SABRIN SONU”nda gören Türk insanı, 16 yıllık AKP iktidarının son 10 yılında sadece SABRETTİ….
Ancak gelinen nokta, sabırların tükendiği, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı; zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu; fırsatçılığın, iktidar yanlısı olmanın prim yaptığı; paramızın hızla değer kaybettiği; çiftçinin üretmekten vazgeçtiği, esnafın dükkan kapattığı, sanayicinin yatırım yapmadığı, dış yatırımın kaçtığı bir ülke olmamızla şekillendi…
Buna (kendi açısından) tarihi iki hata daha ekleyen AKP, seçimde barajı sıfırlayan ittifak yöntemini ve başkanlık sistemini yüzde 51’le şekillendirmeyi de seçti ve kendi sonunu hazırlayıp bu son iki adımıyla da bunu imzaladı…
16 yılda 12 kez seçim kararı alarak bu halkın sabrına sonsuz güven besleyen AKP iktidarı, meydanlardaki son görüntüyle artık sona geldiğinin sinyallerini belirgin biçimde vermekte…
Görünen o ki, Türk halkı, 16 sabır yılına artık son vermekte kararlı… Siyasi değişimlerle doğam belirsizlikler oldum olası halkımızı rahatsız etmiştir… Ama yine meydanlarda görünen o ki; halk bu belirsizliği de Muharrem İnce ismiyle BELİRGİN BİR TERCİH haline dönüştürmüştür…
AKP iktidarı şunu unutmamalıdır ki, KAYBETMEK ÜZEREDİR…
Üstelik, hem cumhurbaşkanlığını, hem de parlamentoyu…
Yine unutmamalıdır ki, kaybeden, ÇEKİP GİTMEK YERİNE ÜLKESİ İÇİN SİYASİ MÜCADELEYE DEVAM EDER…
AKP geldiğinde de bir iktidar koltuğundan kalkmıştı…
Şimdi o koltuktan kalkma sırası, AKP’de…
Bunu, bu olgunlukla karşılamakta yarar var…
Bu sonuç, iktidarı değiştire değiştire yaşamayı seven Türk halkı için hiç de yabancısı olduğu bir sonuç olmayacaktır…
Buradan bakınca benim gördüğüm bu… ÖZGÜR, GÜVENLİ VE DEMOKRATİK SANDIK bakalım ne söyleyecek…