70’li yılların sonuydu…
Madam Marie ile yağmurlu bir İstanbul gününde tanıştım…
Yaşını başını almış 3 katlı; her katı müstakil bir evin üçüncü katında oturuyordu…
Kapıdan girip beni buyur ettiği salona geçtiğimde etkilenmiştim…
Buram buram nostalji kokan, neredeyse her gözünüze çarpan objenin “antika” olduğu bir ortamdı…
Minik sehpalar üzerinde iğneoyası örtüler, duvarlarda bana çok farklı gelen dini ikonlardı ilk gözüme çarpan… Farklı dinlerin ve kültürlerin randevulaştığı mistik bir atmosferdi…
80’li yaşların üstündeydi Madam Marie… Henüz yeni yitirdiği kocasını anlatarak başladı söze…
Terzi Agop…
Çok sevmişti Agop’u belli… Ve acısı tazeydi… Yeni gitmişti Agop bu dünyadan…
Ne kadar sevilip sayıldığını, “gayrimüslim bir terzi olmanın” ne büyük bir önemi olduğuna tanıklık etmemi istemişti sanki…
İnanmıştım… Saygı da oluşmuştu yüreğimde…
Terzi Agop’u hiç görmesem de 2 saatin sonunda çok iyi tanıyor haldeydim…
Çay tabakları gümüştü… Çay bardakları da gümüş el yapımı bir muhafazanın içine oturtulmuş o tabaklara kondurulmuştu… Bardağın içinde de gümüş kaşıklar…
İçtiğim en güzel çaydı…
O üç katlı, tek girişli, her katı bir daire olan minik apartmanın giriş katındaki daire, benim ilk evimdi…
Minicik bir giriş holü, sadece bir giysi dolabı barındırabiliyordu… O holde durup kollarınızı iki yana açtığınızda, duvarlara değebilirdiniz… O kadar yani…
Ve o hole açılan üç kapı…
Soldaki kapıdan, 1,5 metrekare bir banyo tuvalete; karşı kapıdan 2 metrekarelik, içine 2 kişinin sığamayacağı bin mutfağa geçiliyordu… Ve iki kanatlı kapıyı açtığımda, yaklaşık 20 metrekarelik sokağa bakan geniş pencereli bir yaşam alanı vardı… Bir köşede çift kişilik yatak, bir gaz sobası, bir minik kütüphane, bir minik sedir, bir fiskos masası…
Hepsi buydu…
Minicik, ama temiz, tertipli, kullanışlı ve daha yaşı 20’sine bile varmamış bir genç adam için sıcacık bir yuva…
Çok sevmiştim o evimi…
Gece yarısı gazeteden çıkıp evime dönerken, sahilden semt karakolunun sokağına girer, 3 metre sonra sağda yükselen yaklaşık 150 basamaklı “merdiven-sokağa” yönelir ve soluk soluğa tepeye varırdım…
150 basamağı tırmandığımda; hala ayakta duran, kırmızı, metruk, kulesi bile olan; sakinlerin “perili köşk” dediği o metruk yapının yanından sola döner, 20 adım sonra ulaşırdım evime… Her gece, ürpererek katettiğim mistik bir yoldu bu…
Ayın 5’iydi… İlk ödeyeceğim ev kiramı bir zarfa koyup, Madam Marie’nin kapısını çaldığımda… Gülen yüzüyle karşıladı beni…
“Çay içmeye geldim Madam” dedim…
Buyur etti… Aynı salondu, aynı çay takımıyla çaylarımızı içtik, zarfı o sehpanın üzerine bırakıp teşekkür edip çıktım…
O akşam, dairemin kapısı çaldı… Açtığımda, Madam karşımda, elinde o gümüş çay takımından iki bardak, yine gümüş bir tepsinin üzerinde… Öteki elinde de gümüş bir çaydanlık vardı… “Çay içelim mi prens?..” dedi…
Minik dairemin, minik tek odasında gaz sobasının sıcaklığında Madam Marie ile çaylarımızı içerken “Bunca yılda, bunca kiracım oldu… Kimse bana ev kirasını bir zarfa koyup getirmedi… Sen nazik bir prenssin…” dedi bana…
Kirayı zarfa koyarak verişimden etkilenmişti.
O an, ben prens olmuştum 80’ini aşmış Madam Marie için.
Ve sohbetimiz yine onun “kral”ı Terzi Agop üzerineydi… Durmadan Agop’u anlattı bana… İstanbul boğazında, ama merkezden uzak bu semt, onun için hala bir köy, Eminönü ise, onun için gidilecek bir İstanbul şehriydi hala…
Öyle anlatırdı… “Giyinir, İstanbul’a giderdik…” diye…
Agop da Madam da orada doğmuş, orada büyümüş, orada evlenmiş orada ölmüştü Agop… Ve Madam Marie için, koca bir dünyaydı Agop… Bir devlet adamı sanki…
Sonra sonra söyledi bana…
Bir evlat sahibi olamamışlarsa da; Agop’u çok sevmiş, Agop’un sayılan sevilen bir köy sakini oluşundan hep gurur duymuştu… Bir gayrimüslim olmanın farkını hissetmemişlerdi hiç… Onlara farkı hiç fark ettirmeyen, aslına bakarsanız kendileri bile fark etmeyen bu köyün insanlarını da çok sevmişti…
En büyük yolculukları, Eminönü’ye kadar olmuştu hayatları boyunca… Ve terzi Agop, Rumelihisarı’nda uzun yıllar halkın oylarıyla MUHTARLIK yapmıştı… Hiçbir hizmeti için tek bir kuruş talep etmeden hem de…
Tüm köy (semt), bu iki saygın insanı yıllarca yüreğine basmış, sofralarına oturup, bayramlarına ortak olmuşlardı… Önlerinde ceket iliklemişler, her fırsatta kapılarını çalıp hal hatır sormuş, birbirleri üzerindeki emeğe hürmet etmişlerdi…
Mutlu doğmuş, aşkı tatmış, doya doya birbirlerini yaşamışlardı… Agop’un düşüncelerini öğrenemedim ama, en azından Madam Marie için MUHTAR-TERZİ AGOP, bir efsaneydi…
Terzi Agop için de Madam Marie için de “bir başka dünyayı görmek” demek, Eminönü’ye kadar gidip dönmek demekti…
Ve bu onların hayatları boyunca en büyük seyahatleri olmuştu hep… Ve bu seyahat, onlar için dünyaya bedeldi…
83’te o evden askere gittim…
Döndüğümde Rumelihisarı’na, Madam Marie’yi ziyarete koştum….
Artık o Agop’laydı…
Onlar buluştuğu için üzülmedim. Ama özleyeceğimden adım gibi emindim…
* * *
Bu yaşanmışlığı, bu hikayeyi niye paylaştım sizinle bilmiyorum…
Düşünüyorum da…
Bugün yaşasalar muhtar-terzi Agop ile eşi Madam Marie, “Muhtarlar dünya turu”na gidebileceklerdi…
Ama bu onları; daha saygın, daha insan, daha aşık ve daha unutulmaz kılacak mıydı; işte bundan şüpheliyim…
Benim hayatımda “MUHTAR” sözü geçtiğinde ilk aklıma gelen öykü bu… Napayım…
Toprakları bol olsun…