Dünyanın meçhul yeri kalmadı derler.
Anadolu'da Knidos adlı bir yer vardır. Orasını malum saymak abartma olur. Knidos'a arasıra balıkçılar ug?rarmıs?. Ben bir tanesini yakaladım. Adam anlatıyordu:
Kılavuzumuz hava ve hevesimizdir. Su deg?irmeni dönerken, suları köpürte köpürte arkaya savurdug?u gibi, biz de denizleri, kıyıları, kentleri, hergünkü usandırıcı yas?amayı, yolu yöntemi, kuralı hep fırlata fırlata; dümenimizi talihe, pruvamızı da açık ufuklara havale ederiz.
Bu denize "Ege" ya da "Ars?ipel" denir.
Çünkü altı yedi bin yıl önce kayıg?ı ilk yüzdüren dalgalar ve dalgalara ilk binen kayıklar hep buralıydılar.
Ege, olag?an arzuları uyandıran bir deniz deg?ildir. Neden Yedi Harika'nın dördü, bes?i hep Ege kıyılarında gün gördüler de, bas?ka yerlerde yükselmediler? Kayıg?ın sag?ından solundan binlerce uçan balık, exocet denizden havaya fırlar.
Kayık, deniz serpintisi ve binlerce balıg?ın yes?il yes?il kanatlarının fıs?ıltısı ile birlikte süzülüp açılır. Bu Ekvator balıklarının burada bulunus?ları, iklimin ne kadar tatlı oldug?unu gösterir. I?klim tam insan boyundadır. Sıcag?ı da, sog?ug?u da insan tahammülünü as?maz. I?klimi paltoyla, sobayla ya da yelpazeyle düzeltmeye gerek yoktur. I?s?te bundan dolayı buradaki s?ekillerin gerek fikri, gerek mimari nitelig?i dog?ruluktur; yalan, ikiyüzlülük cicibicileriyle örtünüp gizlenmeyi kabul etmezliktir. Bunun örneg?i de, Knidos kıyılarıdır.
Anadolu’yu bir yere bakar varsaysak, onun ancak denize baktıg?ını düs?ünebiliriz. Anadolu'nun bütün kolları Ege Denizine açılmıs?tır. Bu kollardan en güneydeki Datça Yarımadasıdır. Sanki Anadolu, denize sevgisinden, Ege köpüklerine atılmıs? ve kırk bes? mil uzanan Datça Yarımadasını yaratırken, Kriyo Burnunda; "I?s?te Ars?ipel, bak senin koynuna geldim! Çünkü ben, senin Knidos'unum!" diye bag?ırmıs?tır. Bundan dolayı Datça Yarımadası, Anadolu'nun Knidos'ta s?akıyan dilidir.
Burun pek uzun ve yalnızdır. Elli altmıs? metre yükseklere kadar bir çalısı olmayan yalçın kayalara bakılırsa, kıs?ın deniz ya da serpintilerin taa oralara yükseldig?i anlas?ılır. Burun denizle bas? bas?a kalmıs?tır. Esintisine göre Cebelitarık'tan, Trablusgarp'tan ve Mataban Burnundan gelen dalgalar, gönüllerinin yettig?ince kabarıp hızlanmak fırsatını bulduktan sonra, sonunda Anadolu'nun bu heybetli burnuna gelirler ve tas?kın sevgilerden patlayan bir yürek gibi, Knidos'u yupyumus?ak köpükleriyle sararlar. Böylelikle, Knidos Ege'ye, Ege de Knidos'a kavus?ur.
Knidos kenti, Kriyo (Tekir) Burnunun tam ucunda ve burnun sag?lı sollu eg?imlerindedir. Bir sag?da, bir solda dalgakıranlı iki limanı vardır. Oraya ilk kez, gurup denizde kızarıp ve meneks?e dalgalarda morarırken vardık. Balık paraketemizin bas? s?amandırasını kuzey limana attık. O limanda milattan dört yüzyıl önce Knidoslu Konon, koca bir Lakademon filosunu müthis? bir deniz savas?ında yenmis?ti. Yirmi yıl önce bir balıkçı arkadas?, bu limanın dibinden, som altından yapılmıs? iki s?arap kupası çıkarmıs?tı. Bunlar Dorik düzende oyulmus? ve is?lenmis?ti. Oraya ilk vardıg?ım ve gözlerimi çevremde gezdirdig?im zaman s?as?kınlıg?ım büyüktü. Fakat, s?as?kınlıg?ım ne denli büyük olursa olsun, oranın güzellig?i daha büyüktü.
Knidos yıkıdır (harabedir), ıssızdır, yakınlarında ne bir köy, ne de bir insan vardır. Fakat yas?ayan daha canlı; daha anlamlı ve derindir
Çağ çag?ı siler, zaman zamanı söndürür. Ama burada çag?ların silemeyeceg?i, zamanların söndüremeyeceg?i bir güzellik var. Burası harabe deg?il, cennet yıkıntısı...
S?imdi harabenin çatlak duvarlarının kulelerinin, çökmüs? surlarının, devrilmis? sütunlarının üzerinde güzellik gururunun, yalnızlıg?ın ıs?ıg?ı parlıyor. Kalabalık ev yıkıkları arasından, bembeyaz yollar ag?ararak yokus? yukarı süzülüyorlar. Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve s?afaklarının pembesini eme eme, utanan gelin yanag?ı gibi kızarmıs?lardır.
Buradaki mermerlerin en iyi ve en sag?lamlarını Sultan Aziz, vapurlar dolusuyla I?stanbul'a tas?ıtmıs?, onları kestirip biçtirmis? ve ziyafet pastasına benzeyen Dolmabahçe Sarayını yaptırmıs?tır.
Çag?lar geçmis?, devletler yükselip yıkılmıs?, savas?lar kazanılıp yitirilmis?, gürültüler olmus?, fakat Knidos bag?ırmamıs?, seslenmemis?, hep sessizlig?e bürünmüs?tür. Burada ne Hayyam'ın kumrusu, ne de Firdevsî'nin baykus?uyla örümceg?i var! Ancak bembeyaz bir Knidos, genis? bir özgürlük ve derin bir sessizlik var...
Tarihçi Lusien, "De Amoribus" adlı yapıtında Knidos'taki Afrodit Tapınag?ına yaklas?masını s?öyle anlatır:
"Kutsal bahçenin yanına gelmis?tik. Güzel kokular bizi sarhos? etti. Avlu, Afrodit'e yakıs?ır, güzel kokulu ag?açlarla yemyes?ildi. Daima çiçek açan ve yemis? veren mersin ag?açları, Tanrıçaya saygı sunar gibiydiler. Bu avluda defneler ve sergiler vardır. Buradaki ag?açların hiçbirisi yas?lanmaz. Her zaman gençtirler, daima yeni dallar sürerler."
I?s?te, bugün bile yıkılarda biten çalılar, iki bin yıl önce Lusien'in sözünü ettig?i defnelerin, mersinlerin yavrularıdırlar. Bunlar, iki bin yıl önce Lusien'in kokladıg?ı kokunun anısını; eski tarihin kokusunu, sesini bana ulas?tırıyorlardı. Zaten defnenin asıl yurdu Knidos'tur. Oradan dünyaya yayılmıs?tır. Her ne kadar bronzdan da olsa; dünyanın her kös?esinde s?apkala rın altlarını, alınları süsleyen çelenkler, zavallı Knidos’un özgürlük defneleridirler.
I?nsanog?lu'nun, insan imgesinin düs?ünebildig?i en güzel Afrodit, Praksiteles’in bas?eseri Knidos Afroditi idi. Luvr'daki Milo Afroditi, etten kemikten, güzel, dolgun ve tombul bir kadındır. Knidos Afroditinde et yoktur. O yalnız, dis?i insan s?eklinin güzellig?idir. Milo Afroditi canlansaydı, yirmi yıl sonra yas?lanırdı. Knidos Afroditi ise, yalnız güzellik oldug?u için yas?lanmaz, ihtiyarlamazdı.
Milo Afroditi, bir eyyam (günler) için bir sinema yıldızı ya da herhangi bir zenginin pehpehlenen karısı olabilirdi. Ama Knidos Afroditi, ancak s?airin müzig?i ve gizidir.
S?air, filozof, düs?ünür ve kâs?if neyi görmüs?, neyi bulmus? ve neyi yaratmıs?sa, dünyada gelis?mede oraya varmıs? demek olacag?ına göre, is?te insan hayali de, Knidos'ta, insan gövdesi için o umuda, o as?amaya ermis?ti.
Bu Afroditi, I?mparator Teodosyus Bizans'a getirtip Losus Sarayına koymus?tu. Bu Afrodit, sonra bütün sarayla birlikte yandı. O Venüs'ün taklidi, Knidos sikkelerine basıldı. Vatikan ve Münih müzelerin deki Knidos Afroditleri bu sikkelerden kopya edilmis? olmak dolayısıyla, o Venüs'ün gölgesinin gölgesi sayılabilirdi.
Çiçero, bütün dünyanın Knidos Afroditine meftun kaldıg?ını; Pilinius da bu güzel Afroditi görmek için dünyanın her yanından Knidos'a akın edildig?ini yazıyor.
Yine Lusien, Kriyo Burnunun, Knidos'un ve Triyopiya Yarımadasının güzelliklerini saydıktan sonra, Afrodit'ten söz ederken bayag?ı çekime tutuluyor ve s?öyle anlatıyor:.
"Tapınag?a girdik. Orta yerde Paros mermerinden tapınag?ın pek parlak bir örneg?i duruyordu. Du daklarında biraz çekingen, biraz utangaç bir gülüm seme vardı. Güzellig?ini hiçbir s?ey örtmemis?... Sol elinin eg?imiyle kapadıg?ı yerden bas?ka...
Tapınag?ın her yanında kapıları var. Böylece Tanrıçaya her yandan bakılabiliyor. Tapınag?ın bekçisi bize kapıyı açtıg?ı zaman birdenbire bas?eserin (s?aheserin) etkisiyle vurulduk. S?as?kınlıg?ımızı birkaç
kez belirtmekten kendimizi alıkoyamadık..."
Gece yarısı olunca, yüryüzünün geceyle örtülen kısmında esrarlı bir ruh dolanır. Anlas?ılmayan bir nedenle, bütün yaratıklar uyanırlar. Horozlar öter, uyuyan atlar, inekler, keçiler, köpekler gözlerini açarlar, bakınırlar, durum deg?is?tirirler ve yeni bas?tan uykularına dalarlar. Geceyi açıkta, kayıkta geçirenler bu durumu pek iyi sezerler. Kayıkta hem ben, hem de tayfam uyandık. "Ne o? Sabah mı oluyor? Paraketemizi atmak zamanı geldi mi?" dediler. "Hayır mutlu gece sürüyor!" dedim. Yine uyudular. Yıkıların üzerinden esen esgin (rüzgâr), burcu burcu mersin ve defne kokuları getiriyordu. Ben kalktım, kıyıya çıktım. Knidos kalıntılarının sokaklarına daldım. Afrodit Tapınag?ına gidiyordum. Yürürken, her adımda bir yüzyılı ars?ınlıyormus?um gibi oldu. Adımlarımın "Trak! Trak!" edis?i, sokaklarda yankılanıyordu. Yıllar, yüzyıllar, kurumus? yapraklar gibi buraya dökülmüs?ler. Knidos Afroditinin bu yere sinen güzellig?ini bir türlü ödememis?lerdi. Çırılçıplak Knidos Afroditi, bu yerin üzerinde parlayan ay gibi, Knidos'un bir heykeli deg?il, ruhu olmus?tu.
Yokus? yukarı çıkıyordum. Kentin çars?ısının or tasından, Odeon’dan, Diyonizos’la Müz'lerin tapına g?ından geçtim. Kuzeydog?udaki Akropol’de Afrodit Tapınag?ına vardım. Tepedeydim. Sag?ım solumdaki ve önümdeki denizin fıs?ıltısını duyuyordum. Bütün Ars?ipel, altımda enginlere varan nurlu, gümüs? bir çars?af gibi yayılıyordu. Bu ıs?ıldayan zemin üzerinde ve tam önümde, volkanı hâlâ tüten Nisiros Adası, sag?ımda İstanköy, solumda Kalkiya, Telos, Antitelos, Kandeliyusa, Yali, Rodos ve Sömbeki adalarıyla onların bir sürü yavru adacıkları sıralanıyordu.
Güney ikliminin etkisi midir, nedir; burada yıldızlar bas?ka yerde gördüklerimden çok daha genç imis?ler gibi s?en ve s?akrak... Samanyolu bütün gecenin boylu boyunca savrulmus?, pırıldayan bir elmas toz. Ay kaynag?ından harıl harıl akan nur çag?layanı, Atrodit Tapınag?ından arta kalan mermer avluyu yıkıyor, tas?lar kar gibi ag?arıyordu. I?nsan ay ıs?ıg?ının serin ve büyüleyici öpücüg?ünü kendi yüzünde duyuyor gibi oluyordu. Denizin sesi uzaklıkların da, yüzyıllarında, kumsalların da, genel tarihin de seslerine karıs?a karıs?a ta bulundug?um tepeye gelerek orada bin bir yankı uyandırıyordu.
Avluda mermerlerin üzerine uzanmıs?tım. Kalıntıyla bakıs? ve sessizlik diliyle konus?uyorduk. Uykum geldi, daldım. Fakat hemen uyandım. Kars?ımda yarı düs?, yarı gerçek, Knidos Afroditinin ayakta sallanan hayalini gördüm. Konus?urken gözlerini, yüzünü, elle rini oynatıyordu. Durmayan, ama hayat gibi hep de g?is?en bu hareketler, tepesinden tırnag?ına kadar sü zülen bir uyum akıtırken, çevrede bir ölümsüzlük dalgası yaratıyordu.
"I?nsanlar arasındaki ayrılık, gelinle senin arana giren duvaktır. I?nsan birlig?ini ayıran ince, bir bas?ka lık duvag?ı, duvag?ın ardında sezilen yüzün bir güzelli g?i, bir gülümsemesi vardır. Ben is?te, o hayal meyal gördüg?ün güzellig?in ta kendisiyim! Gelinler sanıldıkları gibi olmasalar bile, gelinde hayal ettig?in, aradıg?ın güzellik ve gerçek benim! Sen beni Bizans'ın Losus Sarayında yandı kül oldu, bitti sanma. Kadın erkek, çoluk çocuk milyonlarca insanda yas?ayan, yürüyen, bakan, seven ve sevilen yine benim. Gözleri ışıktantan kamas?an kara baykus?lar gibi, öteye beriye çöken felaketler, ancak burada masmavi bir gedik, bir aralık bıraktıkları için ben buraya her gece ay ve yıldız ıs?ıg?ıyla gelir, eski yerimde gezerim.
Ben dog?ulu bir Tanrıçayım. Asurlular bana 'I?s?tar’ dediler. Fenikeliler bana 'Astoret! Astoret!' diye yalvarırlardı. Suriye'de adım Atargatis'ti. Babilliler bana 'Belit' (Melitta!) diye taparlardı. I?nsan olalı ve daha önceleri hep vardım. Ben Astarte'yim. En derin hücrenizde, her atomda kaynayan hayat kaynag?ıyım. Heptim, hepim ve hep olacag?ım. Bunun için ölümsüzüm. Benim geçmedig?im yer yoktur. Tapınak olsun, duvar olsun; insan, hayvan, zindan, kule, sa ray, ordu; kısacası bana yol vermeyen her s?eyi mutlaka ölüm çig?ner ve bana yol açar.
Seni ben dog?urdum. Elverir ki seni dog?urayım, yeryüzüne yeni bir kafa getireyim; dog?ururken ölmeye razıyım. Hem de güle güle. Praksiteles bana kanat takmadı. Çünkü ben, düs? dünyasından melek ya da gılman deg?il, ama bu dünyanın tas?ından, topra g?ından, maddesinden yapılma bir kadınım. Ve yer yüzüne, acı beyin dog?uran anayım. Gökteki düs?sel melekler gerçek olsalar bile, onlar hiç yeni bir s?ey dog?uramazlar. Gözlerim dog?um is?kencesiyle çukurlas?ırken kemiklerim açılır, etlerim parça parça olur. Eg?er cennet varsa ve o cennette de kanatlı melekler varsa, onlar kanatlarından utansınlar. I?s?te sana ilk önce ana biçiminde göründüm. Bu dünyaya gözleri ni açtıg?ın zaman ilk önce ben sana gülümsedim. I?s?te ben bu güzellig?imle seni bag?rımda, kendimle, kanımla besledim. Sonra da sana koynumun sütünü emzirdim. Üzerine sevgiyle titreyen, sana sütünü veren, üzerine eg?ilip sana gülümseyen ölümsüz güzel lik benim.
I?nsanlar önce beni bir ay tanrıçası diye tanırlardı. Onun için burada sana eski ıs?ıg?ımla parlıyorum. Tarih bas?lamadan bile beni dog?u; otlar, ag?açlara can verici, hayat ve hareket bag?ıs?layıcı diye severdi. Ama o zaman bile denizle, enginlerle birlig?im vardı. Deniz dünyanın en büyük yaratıcısıdır. Dog?urgandır. Engin bag?rında sever, sevdirir, çog?altır ve var eder. Onun için aynı zamanda bir engin tanrıçasıydım. Dog?uda çok öncelerden beri hayat hep su gibi akıcı, yürüyücü, ileri atılıcı bir s?ey olarak sezilirdi. Madem ki ıs?ıktım, aydım, denizdim; elbette tanyerinin ufuk tan ag?arması gibi Helenler beni 'Afrodit' diye enginin köpüklerinden yarattılar. Helenler, kendi yıldızım olan Venüs’ün s?afak ag?arırken Ege Denizinin dog?u sundan dog?dug?unu görmemis?ler miydi?
Onun için beni dog?udan, ufkun köpüklerinden yarattılar. I?lk önce bana, yes?il derinliklerin Tanrısı olan Poseydon taptı.
Dog?udan geldig?im için bana ilk önce Kitera'da tapınaklar kurdular. Sonra Fenikeliler, Ege'de uçu s?an yelkenleriyle beni Girit'e getirdiler. Yunanistan'a vardıg?ım zaman hayatı hayat eden ne varsa, o ben dim. Onun için sevgi ve güzellik Tanrıçasıydım.
Bir gün geldi, bütün güzellig?imle Praksiteles'in beyninde parlayan hayal oldum. Is?ıklı bir duman gibi döne döne buraya geldim durdum. Bembeyaz bir heykel olarak buraya dikildim. Yaradılıs?ın birbirlerine kars?ı çekici yarattıg?ı varlıklar gelip önümde birles?ir lerdi. Bu iki ayrı cisim, benim ruhumda biribirlerine kavus?urlardı.
Bana apak güvercinler getirirlerdi. Yas?amanın çılgın isteg?i, yas?amayı özleminin derin s?arkısı, mavi göklerde yüz binlerce güvercinimin ug?ultusuna karı s?ırdı. Bu yerler s?imdi bir yıkımdır. Ama sen o türkü nün denizde sayısız renkle çakan ve fısıltıyla söyle nen uyumunu burada duyuyorsun a...
Bir an geldi ki; sevdig?in kadının gözlerinde par ladım. Dudaklarından sana gülümsedim. Elbette ba kıs?ımı, gülüs?ümü görünce beni aya, yıldıza, denizle re benzettin. Çünkü bakıs?ım ve gülüs?üm, sana bakan yıldızlardı. Sana gülen, bakan varlıktı. Eg?er o an bir avuç toz olsaydım, beni göklere savurur, Saman- yolları yaratırdın. Çünkü ben senin gözünde bütün insanlıg?ı temsil ediyordum. Bütün insanlıg?ı bir göv dede sana veriyordum. Bana dog?ru uzattıg?ın kolları na bütün güzellikleri, evreni seriyordum. Yüce dag?la rın kuvvetini bag?ıs?lıyordum. Gönlünün bana dog?ru atılıs?ına bütün okyanusların sonsuz genis?lig?ini veri yordum. Bir an için sana cennet kapılarını açtım. Göklerin milyarlarca yıldızını kulaklarında çınlattım. Aylar, günes?ler, beyninde fırıl fırıl dönerken sana göksel müzikler dinlettim. Esginler seni sonsuz yük sekliklere çıkardı. Çünkü bir an içinde, sana sonsuz luklar yas?attım. Gövdemle ölüme set çektim. I?s?te bu nedenle, Afrodit'im...
Yas?am öyledir ki; birlikte yaratılan, yas?ayan ve büyüyenler birbirlerini seveceklerdir. Çünkü birbirle rini sevmekten bas?ka her ne yaparlarsa, birbirlerinin celladı olarak birbirlerini öldüreceklerdi.
Sevgi ve sevincim öyledir ki; cefa ve üzüncü omuzlara bölerek onu hiç ederim; sevgimi yüreklere bölüs?türmekle onu ’hep’ ederim. Ben Astarte'yim. I?n sanın is?kenceyi hiç etmekteki inancı ve umuduyum. Ben o umudum ki; yıkıntı içindeki dünyayı çalıs?may la cennete çevirtmeye gücüm yeter. Mademki varım; hayat deg?il miyim, umut deg?il miyim ve öteyi göste ren deg?il miyim? insan, güçlüklerini benimle çözüm ler ve onları ortadan kaldırır. Sultanlar ve köleler, tanyeri ag?arırken geceden artakalan gölgeler gibi önümden kaçarlar. Ben Afrodit'im. Enginin en yük sek dalgasının üstündeki köpüg?üm. Maddenin özü, sütün kaymag?ı ve yaradılıs?ın son ürünüyüm. Çünkü, bilince varmıs? maddeyim. Dalgadan dalgaya yürüye rek köpürür ve bütün güzellig?imle sonsuza dek çırıl çıplak parlarım. Bütün toplumları saran ölüm çem berlerini çözen ve daha engin, daha öte, daha güzel dünyalara insanı dog?urur ve vardırırım.
Baen bana 'Havva' dediler. Bazen de 'Meryem' dediler. En eski Mısır'da bile insanog?lu Horus ve dog?uran I?sis deg?il miydim? Bin bir adla anıldım. Kitera dediler, beni Kıbrıs’ diye çag?ırdılar. Her zaman genç ve güzel olan ve her zaman yeni yeni dog?an Brahma, yine bendim. Öldürücü Azrail'e kars?ılık, hep müjdeler getiren Cebrail ben deg?ildim de kimdi?
Ama Uzakdog?uda beni tulum göbekli ve ag?zım dan ates? püskürür yapıyorlardı. Ben asıl Knidos'ta, insanlıg?ın ve kadının dosdog?ru ve tertemiz enstektti (içgüdüsü) oldug?umu gösterdim ve bu enstenkt bü tün insanların bekası (kalımı) sırasında öylesine güzel bir dengede duruyordu ki... Bir ticaret malıymıs?ım gibi, alım satım piyasasında, bana da paraca deg?er biçtiler. Durdug?um yerden devrilmeseydim, varlıg?ın en güzel ve en temiz s?eyi olarak kalırdım.
Baloda ve salonda henüz çocukluktan çıkmıs? dekolteli kıza, seksenlik milyonerin elleri, kolları, sinek kapmag?a hazırlanan örümceg?in yas?lı bacakları gibi titremeseydi, sulanan ag?zından, sarkan alt dudağının yoluyla, salyası frakının beyaz plastronuna, öküz salyası gibi sünüp de akmasaydı, kendimden ve gövdemden utanacak neyim vardı?
Dog?an çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutlaka gizli olarak mezbelelerden ög?renmek ve as?k pandomimasını, lag?ımlarına denk akan sokaklarda, açlık haçına çakılmıs? olan kendi öz kardes?leriyle mes?ketmek zorundadırlar. Gemi azıya alan o görünümleri büyük kentlerin eg?lence yerlerinde gören gençliğin bas?ından, hangi eg?itim, hangi ög?retim o yakıcı izlenimi silebilir?
S?imdi çöplükte ög?renilen gizi, ben insanlara güzellikle, ıs?ıkla ve sevgiyle anlattım. I?nsanlara güzellik ve temizlik duygusunu verdim. Bu sıralarda bana bir de 'seksapel' nitelig?i taktılar. Yaratılıs? bos?lug?u sevmez. I?nsanlar yalnız parayla ug?ras?an bos? kafaları elbette seksapel ile doldurdular. Bu yolda propaganda ile epeyce para da topladılar, insanların burnunun biçimini, dudag?ının rengini, kirpiklerinin duru munu; üst bas? ve yüz gözlerin nasıl olması gerektig?ini, s?imdi ancak, gözü kaparozda (yolsuz gelirde) olan ticaret kurumları saptıyorlar. Oysa benim güzellig?imi, gözü hiç de parada deg?il, ama güzellikte olan bir sanatçı yarattı. 'Güzel insan böyle olacaktır. Madem ben böylesine güzel insanı düs?ünebildim; bu güzel insana ulas?ıldı...’ dedi.
Ben, güzellig?in Afroditiyim... Parayla satılan seksapelin Afroditi deg?il...
Ben, hangi s?eyin üzerinde parlarsam onu güzel kılan Astarte'yim. Gençlig?in s?afag?ında, titreyen du daklarla insan, öpüs?ler sayıklarken, ona düs?lerinde gülümseyen benim. Peri adalarında, fıs?ıltılı kıyılar da, büyülü dag? ve yamaçlarda ona gülümseyen Melitta benim. Denizde, ırmak kıyılarında ona seslenen Isis benim. Açık dudaklarından kokular soluyan çiçeklerde, yag?murlarda, renkte, türküde, insanı çag?ıran benim. Varolanı parça parça edip geçmis?in üzerine yıkan fırtınanın sesinde çıg?lık salan Astarte benim.
Hatta dünyada varolmak zorunlug?unu bile, yolunda can verilir, sevinçli bir çile durumuna getiren, insana kendisini sevdiren yine benim. Her yabancının yüzüne bir kardes? tatlılıg?ı veren benim. I?nsan her yüzde, her bakıs?ta beni arar. Çünkü herkesin bas?kalıg?ı, ancak yüzüme geçen bir maskedir. Ben Astarte'yim. Her gözden ben bakarım. Bütün beyin lerde bilincim. Bütün bilinçlerde bir umudum. Çünkü ben hayatım..."
Ay ıs?ıg?ı, kirpiklerimin arasından gönlüme akıyordu. Astarte'nin çıplak aklıg?ı, ay ıs?ıg?ında gölge salıyordu. Gövdesinde sanki ıs?ıktan bir kan dolas?ıyordu. Gözlerimi açmaktan korkuyordum. Ama, yavas? yavas? aydınlık diniyordu. Sonunda ıs?ık sustu. Uyandım. Gördüg?üm düs?tü. I?rkildim. Kalıntılar arasında kimse yoktu. Issız yerde ay ıs?ıldıyor, esgin fısıldıyordu.
Birdenbire Ars?ipel'in ufku yandı. Venüs, ufuktan parlayıp göklere ag?dı (fırladı). Gün, aydınını mus?tuluyordu. Sendeleyerek kalktım ve kayıg?a döndüm.
Bir kente gün dog?arken bakanlar, kentin uyanmasını, tramvayların is?lemesini, otomobillerin, hırıltılarını ve klaksonlarını beklerler. Ama ben Knidos'un üzerindeki sisler eriyince, sonsuzlug?a kadar uyanmayacak olan bir kenti seyretmekte oldug?umu anladım...
Zavallı Knidos. Bütün tayfayla birlikte ona denizden çınlayan birer "merhaba!" yolladık.
I?ki bin yıl önce ölen kent duydu mu acaba?”
#HalikarnasBalıkçısı
NOT: Balıkçının tüm kitaplarını redakte eden, baskıya hazırlayan ve basımını sağlayan değerli hocam, meslektaşım rahmetli Prof.Dr Şadan Gökovalı’ya minnetle.
Ek alanı