Ağustos ayının son haftası hava sıcaklığı bir hayli sıcaktı. Sıcaklıklar 38 derecenin üstüne kadar da çıkıyor. İnsanlar havaların aşırı sıcaklığından tedirgin. Son yıllarda meteoroloji uzmanları, halkı sürekli hava sıcaklıkların önümüzdeki günlerde daha da artacağını söylüyorlar.
Teknoloji son yıllarda ne kadarda ilerledi. Önceki yıllar böyle miydi? Artık internetten bir hafta sonrasının hava tahminlerini öğreniyoruz.
Çocukluk yıllarımı atlattığım, elimden iş geldiği yıllardı. Alaçatı’nın telsiz mevkiinde 3,5 dönüm tarlamız vardı. Arazimiz doğa gereği eğimli, mandal mandaldı. Bir mandala yulaf, bir mandala tütün, diğer mandallarına bakla, börülce dikerdik.
O yıllarda da aşırı sıcaklar olurdu. Annem ve biz hep beraber tarlamıza gider, sabah erkenden tütün dikerdik. Annem hava sıcaklığı artınca, “yulaflar sıcakta gevrer.” derdi. Öğlen sıcağında hep beraber orakla yulafları biçerdik. Annem öğle ezanı okunmadan bir saat önce, ağaç gölgesine yakın olan bir sınır duvarının dibinde, iki tane düzgün kara taş bulur, onları yan yana bitiştirip. Doğadan topladıkları çalı, çırpılarla ateşi yakar yakmaz “çukaliyi” “güveci” ateşin üstüne koyardı. O gün annem ne yemek yaparsa onu yerdik.
Bazı günler menümüz taze iç bakla, bazı gün kuru fasulye olurdu. Annem sık sık orak biçmesini bırakıp ateşte pişmekte olan yemeği kontrol etmeğe giderdi. Pişmekte olan yemeğin kontrolünü yaptıktan sonra yine ekin biçmeye devam ederdi. Tarlamızın sınır kıyılarında incir ağaçları vardı. En büyük mandal olan tarlamızın kıyısında bardacık incir cinsi olan devasa bir incir ağacımız vardı. Bu büyük incir ağacının altında dinlenirdik hep.
Alaçatı cami Minarelerine yeni hoparlör sistemi kurulmuştu. Öğle ezanını rahmetli Murat Hoca (Aksüt) davudi sesiyle o kadar güzel okurdu ki ezanı, insanı mest ederdi. Uzaktan ne kadar güzel gelirdi ezanın sesi kulaklarımıza. Ezan sesini duyunca hemen elimizdeki orakları bırakır, biçmiş olduğumuz yulaf demetinin üstüne otururduk yumuşak yumuşak.
Murat hoca; ezan okumasını bitirir bitirmez, biz doğru tütün diktiğimiz evleğin başında duran kırçaktaki suda ellerimizi ve yüzümüzü yıkardık. Sonra incir ağacının gölgesine koşarak annemin hazırladığı yemek sofrasına otururduk.
Annem o gün güveçte kuru fasulye yapmıştı. Kuru fasulyenin yanında tarlamızda yetiştirdiğimiz taze soğanın ve annemin evden getirdiği muhallebi tatlısı üstüne süslediği tarçının kokusunu tarlanın her köşesinden alırdık. Kardeşlerim, annem, hep beraber toprak üstüne serdiğimiz sofra bezinin üstünde başlardık öğlen yemeğimizi yemeğe.
Karakol kuyusundan doldurduğumuz su testimizin suyunu ısınmasın diye annem daha önceden tarla kıyılarında yeşil ot var ise onları toplardı. Ya da tütün çuvalını suya batırır ıslak ıslak testinin üstüne örterdi.
Testimizin yanında bakırdan yapılmış maşrapa olurdu. Yemek arasında annem testiden maşrapaya suyu doldurup susayana maşrapayı uzatırdı. Başkasına suyu doldurtmazdı. “Bırak sen! yerlere dökersin” derdi. Su çünkü çok kıymetliydi. “Suyu boş yere dökmek müsrifliktir.” derdi anneciğim. Kuyularda 5 metreden, ki bazı kuyular daha bile derin olurdu. Kova veya yağ tenekelerinin ortasına bir oduna çivilenip, teneke sapına urgan bağlayarak öyle su çekilirdi. Spor yapmak aklımıza bile gelmezdi. Her sabah veya bütün gün en az 100 teneke su çekerdik.
Fark etmeden pazı yapardık. Ne güzel günlerdi o günler.
Kalın sağlıcakla…