
Hacı Bektaş Veli, Anadolu’nun çalkantılı 13'ncü yüzyılında, Moğol istilalarının, göçlerin ve parçalanmış beyliklerin yarattığı bir kaos çağında ortaya çıktı.
Onun öğretisi, bu kaosun ortasında bir düzen, bir “iç barış” arayışıydı. Hacı Bektaş’ın sistemi bir ahlak metafiziğiydi. Dışarıda savaş ve yıkım sürerken, içeride insanın özü, vicdanı ve iradesi korunmalıydı.
Hacı Bektaş Veli’nin düşüncesinde insan, evrenin küçük bir modeli (mikrokozmos) olarak görülür. “Okunacak en büyük kitap insandır” derken, aslında İbn-i Arabi’nin vahdet-i vücut (varlık birliği) anlayışıyla da kesişir. Evreni anlamak için gökyüzüne bakmaya gerek yoktur. İnsanın iç dünyasına bakmak, aynı hakikati anlatır. Burada felsefi bir antropoloji de var. İnsan, yalnızca toplumun değil, varlığın aynasıdır.
Eline, beline, diline sahip ol...Bu üçlü formül, Hacı Bektaş Veli’nin etik sistemini özetler.
Eline sahip olmak: Eylemleri denetlemek, adaleti gözetmek.
Beline sahip olmak: Arzuları, tutkuları dizginlemek, ölçülülük.
Diline sahip olmak: Sözü incitmemek, hakikati dile getirmek.
Bu üç ilke, Aristoteles’in orta yol anlayışını anımsatıyor. İnsanı ifrat ve tefritten kurtarıp erdeme taşımak.
Onun “bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” öğretisi, bir tarikat söyleminin ötesinde bir bilgi yolu önerdi. Bilgi, hakikate ulaşmanın tek aracıydı. Felsefi açıdan bu, Anadolu’da bir aydınlanma tohumuydu.
Bektaşiliğin kadın–erkek eşitliğine verdiği önem, aslında toplumun hiyerarşik yapısını sorgulayan bir radikal düşünceydi. Bu yönüyle Hacı Bektaş, Platon’un ideal devletindeki “kadın–erkek eşit yurttaşlığı” fikrine yaklaşır. Onun cemlerinde herkes eşittir. Soylu ya da köylü, erkek ya da kadın, derviş ya da reis… Bu eşitlikçi anlayış, Anadolu halk felsefesinin en köklü damarını oluşturdu.
Hacı Bektaş Veli’nin öğretileri, sadece dini bir tarikat kuralı değil, varoluşu anlamlandırma çabasıydı. İnsan, hem kendi özünü tanıyarak, hem de toplumsal adalet içinde yaşayarak hakikate ulaşabilirdi. Bu bakımdan o, Anadolu’nun etik filozofuydu.