MENÜ
İzmir 22°
Gündem Çeşme
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
9 Eylül; varoluşun hikâyesi…
İbrahim Aktaş
YAZARLAR
8 Eylül 2022 Perşembe

9 Eylül; varoluşun hikâyesi…

 

Call of Duty, Battlefield, War Thunder, Company of Heroes, Total War, Far Cry, Medal of Honor…

 

Tamamı İngilizce olan, az önce okuduğunuz bu isimler, birer bilgisayar oyunu ve tüm dünyadaki oyun tutkunları tarafından defalarca kez oynanmış, zannımca şu ana dek üretilen en iyi savaş içerikli oyunlar…

 

Genç okurların, en az bir kez ekran karşısına geçip, Xbox ve Play Station gibi oyun konsolları ya da kişisel bilgisayarlar vasıtasıyla bu oyunları oynamış olmaları büyük ihtimal... Bu oyunlar, öyle ki; kişiyi kendi dünyasına hapsetmekle kalmıyor, gerçekten de savaşın içerisinde hissettiriyor oyuncuyu… Özellikle de, gelişen görüntü teknolojileri sayesinde… Ha, unutmadan; bu oyunların en önemli özelliklerinden birisi de, asla gerçek manada ölmezsiniz ya da yaralanmazsınız! Oyun içerisinde canınızı kaybederseniz en kötü ihtimalle, aynı oyun tekrar baştan başlar, o kadar…

 

Bir de gerçek, yaşanmış ve hafızalardan silinmeyen, türlü acılar bırakmış savaşlar var! Sayısı ve hatta mezarları bilinmeyen şehitler verilen savaşlar! Bizim savaşlarımız; kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu, yediden yetmişe, toprağımızı; el ile, yaba, dirgen, süngü, top ve tüfek ile savunduğumuz savaşlarımız ve elbet ki sonuncusu Kurtuluş Savaşımız…

 

Büyük Taarruzdan aylarca önce, Alaşehir’de, savaş planlarını masaya yatıran Mustafa Kemâl ve arkadaşları tartışıyorlardı; kıt kanaat oluşturulan ve oluşturulma süreci de çok güç koşullarda olan Türk Ordusunun, kısa bir süre içerisinde saldırıya geçmesinin, husumetle sonuçlanabileceğini ısrarla dile getiren paşalar itiraz ediyorlardı. Mustafa Kemâl, düşünceleri tek tek dinledi. Özellikle Harbiye’de, kendisine de öğretmenlik yapmış olan ve diğer paşaların da hocam diye hitap ettikleri ikinci ordu komutanı Yakup Şevki Paşa’ydı itiraz eden. Fevzi Paşa da tasdikleyince Mustafa Kemâl; “Pekâlâ Sayın Hocam, şimdi artık Harbiye’de savaş oyunu oynamıyoruz. Yurdumuz için kesin bir sonuç elde etmek uğruna, bütün varımızı yoğumuzu ortaya koyacağız” (Kinross, 1984, s.473) diyerek kararlılığını dile getiriyordu.

 

Ve o kararlılık, 30 Ağustos 1922 günü alınan zaferle, büyüdükçe büyüyecek, hedefi önce Akdeniz’e, sonra da Cumhuriyet rejimine yöneltecekti. Ve sonuç, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti olacaktı.

 

Mustafa Kemâl’in yanında nazar boncuğu gibi takılı ve tarihi notlar alan Halide Edip (Adıvar), 30 Ağustos Zaferiyle yüzü gülen ve fakat Afyon’da yeni kurdukları karargâhta Fevzi Paşa ile çalışan Mustafa Kemâl’e, “İzmir’i alınca artık biraz dinlenirsiniz Paşam” şeklinde bir sual etmiş, gelen cevap karşısında şaşkınlığını da gizleyememişti; “Dinlenmek mi? Niçin? O kadar yapılacak iş var ki!” (Kinross, 1984, s.480).

 

İzmir’in kurtuluşu sadece, aydınlığa açılan kapıya giden adımlardan biriydi ki; düşmanı süpürerek Akdeniz’e doğru yürüyüşe geçen Türk ordusu sebebiyle 4 Eylül günü, İngilizler başta olmak üzere itilaf devletleri, bir mütareke teklifi ilettiler. Buna göre ateş kesilecek, Yunan ordusu zarar görmeden Anadolu’yu tahliye edecek, Trakya Yunanlılarda kalacak, İstanbul’a ise asla ama asla Türk Ordusu yaklaşmayacaktı. Elbet ki, zaferle İzmir’e doğru ilerleyen bir ordunun başındaki kumandan, böyle bir teklifi kabul etmedi ve dahası verdiği yanıtla kararlılığını bir kez daha kanıtladı; “Anadolu’daki Yunan ordusu kati suretle mağlup edilmiştir. Anadolu için herhangi bir müzakereye mahal yoktur. Müzakere ancak Trakya için söz konusu olabilir. Ancak Eylül ayının onuna kadar, Yunan hükümeti veya İngiltere vasıtasıyla hükümetimize resmen müracaat ettikleri takdirde, aşağıdaki şartlar altında cevap verilmelidir;

 

Mütareke tarihinden itibaren Trakya, 15 gün içinde 1914 sınırlarına kadar, kayıtsız şartsız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti sivil ve askeri memurlarına teslim edilmelidir…” (Aydemir, 1975, s.575).

 

Gördüğünüz gibi inanılmaz büyük bir öngörü, kararlılık örneği, azim ve inançla, 9 Eylül gününe dek İzmir’e kadar süren kovalamaca Ege Denizi ile son buluyordu. Ve Ege’nin mavi suları, savaşın da sona erdiğini ve yepyeni bir yurdun, Türkiye Cumhuriyeti olarak varlığını sürdüreceğini müjdeliyordu. Ki, 9 Eylül tarihi, sadece İzmir’in değil, misakı milli sınırlarının tamamının üzerine oturmuş olan emperyalizmin ağırlığından kurtulduğu şanlı bir tarihe denk gelir zannımca…

 

Ancak, günümüz tarihinin son günlerinin hızlı ve moda konusu Ege’deki adalar ile ilgili olarak birkaç paragraf yazmadan geçmeyeyim;

 

Düşünelim; o hız ve elde edilen büyük galibiyet kozu ile Kocatepe’den İzmir’e değin, söz yerindeyse dörtnala gelen Türk Ordusu… Amma velakin, Ege kıyılarından ileriye gidemedik? Adalara yani…

 

 

 

Bakınız; Mustafa Kemâl, Büyük Taarruzdan yıllar sonra, o güne ait tarihi nutuklarında nasıl bir tespitte bulunmuştur; “Askerimizin, Yunan ordusunun kalp ve vicdanına verdiği dehşet çok ehemmiyetlidir. Yunan ordusunun vicdanında hâsıl olan bu korku ve haşyet (endişe) bütün Yunan milletine sirayet etmişti. O kadar ki, adalarda bulunan Yunanlılar bile, Türk Ordusu geliyor diye firara teşebbüs ediyorlardı. Bunlar arada deniz olduğunu unutuyorlardı. Kaçamadığından, kaçamayacağını anladığından, delirenler vardı” (Aydemir, 1975, s.565).

 

Ne kadar net değil mi? Adalardaki Yunan halkı, Türk askerinin adalara kadar geleceğine o denli inanmış ki! Mustafa Kemâl ve arkadaşları neden inanmasın? Yüreklerinde böyle bir istek ve arzu oluğundan şüphe yok! Neticede, Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları sonucunda adalardaki haklarımızın tamamını yitirmişiz. E, denizinizde hareket eden, adına da savaş gemisi, o zamanların adıyla gambot denen gemileriniz yoksa adalara askerinizi balıkçı sandalıyla çıkaracak haliniz yok ya!

 

Peki, dünyanın en büyük üçüncü donanması olarak nitelendirilen Osmanlı donanmasına ne olmuş? 1876 yılında tahta oturan Abdülhamit Han, (adını yenice, ay yıldız işli bordası kırmızıya boyalı olan sondaj gemisine verdiler) kendisini öldürecekler endişesiyle, o koca donanmayı, Haliç’e ve Çanakkale boğazındaki bazı limanlara zincirleterek çürümeye terk etmiş. Öyle ki, on yıllarca çalıştırılmayan, hareket ettirilmeyen ve bakımları da yapılmayan o donanma çürümüş!

 

Sonraları yani 1911 Trablusgarp savaşıyla donanmanın varlığının gerekliliği, ortaya gün yüzü gibi çıkmış olsa da, Mısır ve Süveyş Kanalının elden çıkması sonrasında başlayan Balkan Savaşları ve hemen ardından patlayan Birinci Dünya Savaşıyla birlikte yeni bir donanma artık Osmanlı için hayal olmuş. Eldeki çürümüşlerin onarımı da neredeyse imkânsızlaşmış. O senelerdeki müttefikimiz Almanya’dan bize geçen iki savaş gemisini anımsıyorsunuzdur; Midilli ve Yavuz zırhlıları ki, Midilli 1918’de mayın hasarı nedeniyle battı. Yavuz’da aldığı mayın ve top hasarları nedeniyle kullanılacak durumda değildi o tarihlerde.

 

Neticede, 9 Eylül günü; sadece İzmir’in kurtuluşu değil, emperyalizmin maşası Yunan güçleri başta olmak üzere düşmanın tümünü, yurdumuzdan def etmeye başladığımız gün ve bağımsızlığımıza attığımız en büyük adımlarımızdan biri olarak tarihteki yerini alırken, insan da içinden geçirmiyor değil doğrusu;

 

Denize girerken Kuşadası’ndan Susam’a, Çeşme’den Sakız’a, Dikili’den Midilli’ye, Marmaris’ten Rodos’a, Bodrum’dan İstanköy’e, Kaş’tan Kızılhisar’a garip gözlerle değil de, bizimmiş gibi bakabilseymişiz keşke…

 

Kaynakça

Kinross, L. (1984). Atatürk, Bir Milletin Doğuşu. (N. Sander, Çev.). (9. Bs). İstanbul: Sander Yayınları.

Aydemir, Ş. S. (1975). Tek Adam Mustafa Kemâl (2. Cilt). İstanbul: Remzi Kitabevi.

 

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Gündem Çeşme